VAKANÜVİS HAMDİ EFENDİ’NİN KARANTİNA NOTLARI


VAKANÜVİS HAMDİ EFENDİ'NİN SIRADIŞI ÖYKÜSÜ

Sabah ışıkları yeryüzünü yeni yeni aydınlatıyordu. Hamdi Bey, henüz yatağından çıkamamış alelacele kıldığı sabah namazından sonra yeniden uykuya dalmış ve önceki günün yorgunluğunu atmaya girişmişti. Yatağında ölü gibi yatıyor karısının sesleniş ve serzenişlerine banamısın demiyordu.Aslında alışıktı Ayşe Hanım kocasının ağır uykusuna. Bilhassa sarayda geçirdiği yoğun çalışma saatleri bu 60’lık ihtiyar için artık fazlaydı. Ayşe Hanım da bunu biliyor ve sürekli Hamdi Bey'e artık inziva vaktinin geldiğini söylüyordu. Belki bir 10 yıl önce de bu durum böyleydi ancak Ayşe Hanım kocasının ifa ettiği önemli vazifeden dolayı bunu açıkça dile getiremiyor sadece ima yollu göndermelerde bulunuyordu. Eh, tabi koskoca Sultan vakanüvisiydi kocası! Sultan’ın kocasına olan muhabbeti de saraydaki görevinden ayrılmasını imkansız hale getiriyordu üstüne üstlük. Hele bir de güveni yok mu ah… O yüzden koca bir sorumluluğu, “Tarih”i, yüklemişti Hamdi Efendinin sıska omuzlarına.
Sabahın erken saatleri olmasına rağmen kapının kalın tokmağı sert bir biçimde çalıyor ve Ayşe Hanım olduğu yerde hop oturup hop kalkıyordu. Hiç oralı olmayan Hamdi Efendi ise ruhu bir daha hiç yeryüzüne inmeyecekmişçesine uykusunu sürdürüyordu.Hamdi Efendi’yi hiç bir gürültünün uyandıramayacağını fark eden Ayşe Hanım artık kocasını dürterek uyandırabilmeyi umut etmişti. Kapının tok sesi tekrar ve tekrar duyuldu. Ayşe Hanım için artık yeni bir şeyler deneme vakti gelmişti. Kocasının bu uykusundan artık bezmiş olacak ki yer yatağının hemen yanı başındaki sürahiyi aldı ve yatağın ıslanması pahasına sürahiyi kocasının yüzünde gezdirdi. Hoş olmayan bir sürprizle uyanan Hamdi Efendi bu sürprizin hesaplaşmasını daha sonraya erteleyerek kapıya doğru ağır adımlarla koyuldu. Kapıyı açar açmaz Sultan’ın kapıkulu askerlerini gören Hamdi Efendi’nin uykudan kalma kısık gözleri biranda faltaşı gibi açıldı.Askerler  tez hazırlanması gerektiğini Sultan’ın onu acil bir iş için çağırdığını salık verdiler. Hamdi Bey içinden derin bir eyvah çekti; bu saatte acil bir şekilde çağrılmak pek de hayra alamet bir durum değildi. Böyle bir durum ile karşılaşacak her devlet adamının yapacağı gibi hanımıyla helalleşti ve hanımına son bir veda ederek askerlerle beraber sarayın yolunu tuttu. Yol boyunca düşündü durdu acaba darağacına mı gidiyordu; ne hata işlemişti acaba? Elleriyle bir yandan tarihin gelecek sayfaları gibi bembeyaz sakallarını sıvazlıyor bir yandan da Sultan’ın kendisini ne için çağırmış olabileceğini düşünüyordu.
Saraya ulaştıklarında bir yandan belirsizliğin getirdiği heyecan ve endişe ile diğer yandan ihtiyarlığın verdiği yorgunluktan düşüp bayılmak üzere olan Hamdi Efendi’yi Sultan’ın da aralarında bulunduğu divan heyeti karşılamıştı.Bunca kalabalığı karşısında gören Hamdi Efendi bu sefer içinde tutamadığı korkuyu  “Eyvah” çığlığı ile dışarı attı ve yere yığıldı. Hamdi Efendi uyandığında kendisini Sultan’ın zarif gülümsemesi karşıladı. Bu gülümseme annesini anımsattı Hamdi Beye. Yıllar  geçmişti oysaki rahmetlinin vefatından. Belki de bu gülümsemenin ona annesini anımsatmasının sebebi içindeki şefkatti. Nice Sultanlar görmüştü bu gözler ama bu bir başkaydı. Bir anne misali şefkat doluydu tebaasına karşı ve bu gülümseme ah bu gülümseme alabildiğine sarıp sarmalıyordu Hamdi Beyi. Nihayetinde kendine geldi Hamdi Bey ve merakla konuşulanları dinlemeye koyuldu.
Söz El-Cezeri’den açıldı ve kendisine bolca rahmet okundu. Çok yakın bir zamanda kendisine ait olduğu düşünülen bir çizim defterinin bulunduğu ve bu defterin değişik araç gereçlerin tasarımlarını ihtiva ettiği bahis konusu edildi. Titiz bir gizlilikle yürütülen çalışmalarla El-Cezeri’nin  zamanda seyahat için tasarladığı bir aracın tespit edildiği ve bu aracın üretiminin süratli çalışmalar neticesinde başarıldığının altı çizildi. Herkesin hayret ve şaşkınlıklarını dile getirdiği bir halde gözler bir anda Şeyhülislama döndü ve böyle bir faaliyetin Şer’an caizliği tartışma konusu oldu.Ancak önceden bilgilendirilen Şeyhülislam  duruma hazırlıklıydı ve güzel bir açıklama ile şüpheleri giderdi.
Meraklı gözlerle pürdikkat tartışmaları takip eden Hamdi Efendi bir yandan akıl sağlığından şüphe ediyor bir yandan da tarihi yazmaya devam ediyordu. Aniden Divanda bir anlık sükut hasıl oldu ve herkes kendi zihin dünyasında bu konuşulanları sindirmeye koyuldu. Birkaç dakikalık bu sükutu Sultan’ın anaç üslubuyla “Hamdi Efendi” diye seslenişi bozdu. “Hamdi Efendi siz ne dersiniz bu işe?” diye devam etti Sultan. Aslında Hamdi Efendi pek alışık değildi böyle anlarda kendisine söz verilmesine; ne de olsa yılları sadece tarihi yazmak ile geçmişti ve tarihi yapmak onun işi değildi neticede. Ancak istifini bozmadan ve heyecanlandığını belli etmeden kem küm ederek geçiştirebildi soruyu. Divan akşama kadar süreceğe benziyordu, herkes eteğindeki taşları döküyor bu andan sonra gerçekleşebilecek tüm senaryolara ilişkin sorular ortaya atıyorlardı. En nihayetinde zamanda yolculuğun ancak yeryüzünde fesada sebep olmayacak  en uygun şekilde kullanılması gerektiği  konusunda anlaşıldı.Bununla beraber, zamanda  seyahat edecek kişilerin ziyaret edilen gelecek zamanın kendisine müdahale etmemek koşuluyla  sadece gözlem yapılmasına izin verileceği vurgulandı. Sıra zamanda yolculuğa kimin gönderileceğine gelmişti. Bu mevzuda da yoğun tartışmalar yaşanmış divan azaları Sultan’ın varlığını unuturcasına birbirlerinin üzerine yürümeye başlamışlardı. Sultan bir kez daha gülümsedi, bu gülümsemeyi tanıyanlar aniden duraksadı ve sus pus kesildiler. Başlar Sultan’a yönelmiş, karar büyük bir heyecanla beklenmekteydi.Ve sultan ancak kısık bir sesle “ Hamdi Efendi”diyebildi. Yılların eskitemediği o adam, Hamdi Efendi,  belki biraz şaşırdı ama bundan ziyade iç dünyasını büyük bir boşluk kapladı. Garip bir şekilde heyecanlanmadığını hissetti Hamdi Efendi ; belki de baştaki darağacı fikrinden başka hiçbir şey onu tekrar heyecanlandıramazdı, tedirgin edemezdi. Sultan’ın ifadesini takiben divanı tekrar büyük bir hayret sisi kaplamış, yaydan çıkmış bir ok misali bakışlar, bir açıklama beklercesine  Sultan’ın üzerine atılmaktaydı. Sultan beklentiyi boşa çıkarmadı ve gerekli açıklamayı yaptı. Evet Hamdi Efendi gitmeliydi ve gidecekti; zira kendisi şimdiye kadar tarihi yazmıştı bundan sonra ise geleceği yazacaktı. Yazma ameliyesi ile Hamdi Efendi sanki bir bütündü ve belki de bu yüzden yazı denilince Hamdi Efendi; Hamdi Efendi denilince yazı akla gelirdi. Şimdi ise iş başa düşmüş  hayatını tarihi olanı yazmaya adamış bu koca çınar, ömrünün son demlerini geleceği yazmakla tüketecekti. Kim bilir belki gelecek sadece ömrünü tüketmeyecek aynı zamanda ruhunu da eritecekti.
Apar topar alınan kararla Hamdi Efendi'nin gelecek yolculuğu başlamak üzereydi. Eve dönüp eşiyle vedalaşmaya bile gerek duymamıştı  zira evden darağacına diye hazırlanarak çıkmıştı zaten. Kendisini bekleyen bilinmezliğe doğru adım atarken hiç bir hesap yapmamış yılların verdiği tecrübenin sakinliği ile karşılaşacağı şeye dair en ufak bir tereddüdü veya kaygısı bulunmamaktaydı. Zaten en fazla ne ile karşılaşılabilirdi ki ? Zaman çizgisinin hangi tarihi olursa olsun insanoğlu gene aynıydı. Doğumlarla ölümler ;savaşlarla barışlar; hüzün ve sevinç hep iç içeydi. İnsanoğlunun cesedinde vücuda gelmişti hem Habil hemde Kabil. Bunları düşünerek kendisine herhangi bir şeyin şaşırtabileceğine ihtimal vermiyordu.
Vakit tamam oldu ve alet çalıştırıldı;zamanlayıcı hicri 1441 yılına işaretlenmişti.Birçoklarının gayba yolculuk olarak adlandırdığı bu seyahat Hamdi Efendi için artık gayb olma özelliğini çoktan yitirmişti. Geleceğin kapılarının kendisine açıldığını hissettiği bu an duyduğu az bir  heyecan sebebiyle kalbinin titrediğini hissetti ve bu yüzden kendini yadırgadı. Zorlu yolculuk bir göz açıp kapayıncaya kadar sürdü ve kendini Sarayda odalardan birinde buldu. Durumu henüz kavrayamamıştı; acaba  alet çalışmamış mıydı diye kendi içinde düşündü. Tam o anda bulunduğu odanın Sultan'ın has odası olduğunu kavradı zira bu oda başkasına ait olamayacak görkemdeydi ve bu yüzden kıpkırmızı kesildi. Burada bulunmaktan haya etmişti zira burası özel bir yerdi. Bunun üzerine odadan çıkabileceği bir çıkış aradı ancak bulamadı ve bir süre beklemeyi düşündü. Tam bu anda çok kalabalık bir insan grubu odanın cam ile kaplı arka tarafından camın önüne doluştu. Bu grubu gören Hamdi Efendi bir şok geçirdi zira bu kalabalık kendisinden önceki vakanüvislerin  Ankara  Savaşı'nda tasvir ettikleri gibi bir Moğol ordusuydu. Hem çok kalabalık hem de çekik gözlüydüler. Ancak bir farkları vardı ki bunlar gülümsüyorlardı ve topluluğun her bir üyesi gülerek Hamdi Efendi'yi gösteriyor ve ellerindeki değişik bir aleti durmadan Hamdi Efendinin üzerine doğrultuyorlardı. Bu aletten ilk olarak bir ışık saçılıyor sonraysa ufak bir ses geliyordu. Başta bunu bir silah zanneden Hamdi Efendi saklanacak bir yer buldu ve köşeye bir yere sindi. Bunun ardından birkaç izbandut gibi adam bağıra çağıra kilitli odaya girerek Hamdi Efendi'yi dışarı sürüklediler. Herkes çok şaşkındı ve ne Hamdi Efendi ne de diğer adamlar durumu anlayabilmişti. Öylece dışarı atıverdiler Hamdi Efendi'yi. Bu arada Saraydan dışarı çıkmaya çalışırken ecnebi insanlar gelerek gene az önceki odadaki Moğollar gibi silah zannettiği o aracı üzerine tutuyorlardı. Sonradan Hamdi Efendi’nin de anladığı üzere bu silah zannettiği alet meğerse resim yapıyormuş. İnsanlar durmadan Hamdi Efendi'ye bakıyor; Hamdi Efendi de onlara bakıyor, onları dinliyor ve anlamaya çalışıyordu. Her şey o kadar farklıydı ki anlamak ve anlaşmak uzun bir zaman alacağa benziyordu Hamdi Efendi için. Sarayburnundan Eminönü inmeye karar veren Hamdi Efendi yol boyunca gözlemlerine devam etti ve en sonunda namaz kılmak üzere Yeni Cami'ye girdi. Namazını kıldı ve camide gördüğü giyim kuşamı kendisini andıran sakallı ilk kişiyle konuşmaya başladı. Selam verdi ve ilk merak ettiği şeyi içinde tutamadan olduğu gibi sordu: “Sultan nereye taşındı?” Adam bu soruya şaşırmış olacak ki kendisini toplayıp soruyu anlaması zaman aldı ve biraz mizahi bir üslupla pis pis gülerek “Ankara” diyerek cevapladı bu soruyu. Bu cevaba şaşıran Hamdi Efendi yeni sorular sormaya niyetlenecekti ki adam ayağa kalkıp kapıya doğru yöneldi. Peşinden gitmeye niyetlenen Hamdi Efendi’yi “adam vallahi deliyle uğraşacak vaktim yok, var yoluna git” diyerek kovdu ve kendisi de hızlı adımlarla kaçtı.Bir kez daha şok geçiren Hamdi Efendi bu yaşadığı şaşkınlığın ilk ve son olmayacağını artık adı gibi biliyordu.Zamanın ruhundan o kadar uzaktaydı ki onu yakalayabilmek için gelecekteki her bir saatinin ömründen günler götüreceğinin farkına vardı. Sonra göğsü o kadar daraldı ki kaçacak bir delik arama yoluna girişti.
Bu şaşkınlıkla geçen zaman dilimi içerisinde saatler günleri, günler ayları kovalıyordu. Bir yandan zamana ve yaşadığı yere alışmaya çalışıyor bir yandan da öğrendiği birçok şeyi not ediyordu.Hepsini yazması gerekiyordu zira geri döndüğünde kendisinden ciddi bir rapor istenilecekti. Dönüş için de belli bir tarih kararlaştırılmış ve bu zamana kadar çalışmalarını tamamlaması gerekiyordu.
Geçen bunca zamanın ardından Dünya'da bir salgının başladığı konuşuluyordu.Pek anlam verememişti insanların bu hastalığa koydukları isme; ancak zamanla alışıyordu her şeye alıştığı gibi. Başlarda onu çok bunaltan İstanbul’un kalabalığı azalmıştı; artık rahatlıkla seyahat edebiliyor ve gördüklerini not alabiliyordu. Gene böyle bir cumartesi günü de çıkmıştı dışarıya. Ancak sokaklar ona o kadar ilginç gelmişti ki anlamlandıramamıştı bu durumu. Geldiğinden beri iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalık İstanbul’da sokakların bomboş olduğunu gören Hamdi Efendi dışarıda in cin top oynuyor diye düşünerek büyük bir sevinçle Galata’ya doğru yola koyuldu. Bugün fırsattan istifade oraları gözlemlemek niyetindeydi. Çok geçmemişti ki görevli zabitlerden biri önünü kesti ve devlet namına iş yaptığı beyanında birkaç kelam etti. Sokağa çıkmak yasakmış meğer tabi nereden bilecek Hamdi Efendi. Hamdi Efendi lafı anlayana kadar kendini nezarette buldu haliyle ve bir gece geçirmişti ki nezarette kendisini amansız bir öksürük tutmaya başladı, kendi diliyle ince hastalıktan şüphelenmişti. Ne var ki durumu git gide kötüleşen Hamdi Efendi bir hastane yoğun bakımında gözlerini yumacaktı geleceğin içindeki hayatına. Ancak onu öldüren kendi asrının ince hastalığı değil geleceğinin COVİD-19’uydu. Hamdi Efendinin ölümünden bihaber olan Sultan, Hamdi Efendi'yi araştırmak ve bulmak üzere bir ekibi görevlendirdi. Araştırma ekibi de Hamdi Efendi’nin öldüğü bilgisine ulaştı ve çalışmalarının yer aldığı defteri de alarak Sultan’a sundular. Sultan Hamdi Efendi'nin böyle zamansız ölümünden çok müteessir oldu ve onun ölümüne yol açan geleceğin bu salgınını çok merak ederek Hamdi Efendi’nin bu konuda aldığı notları okumaya başladı.



VAKANÜVİS HAMDİ EFENDİ’NİN KARANTİNA NOTLARI

Hamdi Efendi’nin salgın notlarını okuyan Sultan, Hamdi Efendi’nin yazdığı notlara detaylı açıklamaların yapılması için bir araştırma ekibi kurar. Bu ekip de çalışmalarını tamamlayarak raporu Sultan’a arz eder.  Rapor aşağıda sunulduğu gibidir. Numaralı ifadeler Vakanüvis Hamdi Efendi’ye ait olup altındaki açıklamalar ekip tarafından detaylı araştırmalar sonucunda yazılmıştır.

1-      Aralık 2019’da Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan ve Koronavirüs olarak adlandırılan bir  virüsün neden olduğu salgının, 11 Mart 2020 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü(WHO)’nün açıklamasıyla pandemi haline geldiği bildirilmiş ve tüm dünyayı etkisi altına almıştır.

Tarihlendirme çalışmaları ile virüsün ortaya çıkışı, Kasım 2019 tarihine kadar götürülebilmekte ve yapılan araştırmalar neticesinde virüsün Wuhan kentindeki canlı hayvan pazarındaki bir yarasadan ilk defa insanlara bulaştığı iddia edilmektedir. Virüsün ilk defa ortaya çıkışı, birçok spekülasyonlara konu olmuş bilhassa virüsün laboratuvar ortamında oluşturulduğu iddiası bu spekülasyonların odak noktası haline gelmiştir. Amerika Birleşik Devletleri ‘nin Çin’i hedef alan açıklamaları, Wuhan’da bu konuları çalışan büyük bir laboratuvarın halihazırda bulunuyor oluşu ve 2015 yılında bilim dünyasının meşhur dergilerinden Nature’da yayınlanan bir makale bu spekülasyonları desteklemektedir. Bahsedilen makale “A SARS-like cluster of circulating bat coronaviruses shows potential for human emergence” başlığıyla 2015 yılında yayınlanmış olup,  makalede, yarasalarda bulunan bir Koronavirüsün laboratuvar ortamında fare hücreleri ile kimerik hale getirilmesi sonucunda oluşan yeni virüsün insan akciğer hücrelerini enfekte edebilme kabiliyeti kazandığı gösterilmiş ve denenen tüm ilaçların enfeksiyonu önlemede başarısız olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Bununla beraber yeni tip Koronavirüs üzerinde yapılan diğer başka çalışmalar ile virüsün laboratuvarda üretilmediği de iddia edilmektedir. İddia ve spekülasyonlara bakılacak olursa virüsün şu 3 yoldan herhangi birisiyle ortaya çıktığı kesindir. Halihazırda da ekseriyetle kabul edilen görüş olan virüsün doğal bir biçimde evrilerek yarasalardan insanlara geçtiği teorisi bunlardan ilkini oluşturmaktadır. Bununla beraber virüsün ortaya çıkışını açıklayan diğer 2 yol ise temelde virüsün laboratuvarda oluşturulduğu görüşüne dayanmaktadır. Bunlardan ilki ve akla daha yakın olanı Wuhan kentindeki laboratuvardan bir sızıntı yoluyla bu virüsün bulaştığı ve yayıldığıdır. Diğer üçüncü bir yol ise virüsün yeni sosyal, siyasal ve iktisadi düzeni oluşturmak üzere bir biyolojik silah olarak denenmesidir .

2-      Her gün medyada yeni bir ilaç ve aşı geliştirildiğine dair haberler yapılmasına rağmen  hastalığı yenmek adına henüz etkin bir ilaç veya aşı geliştirilememiştir.

Tıp profesörlerinin gece gündüz ekranlara çıktığı ve tıp teknokrasisinin tüm karar erklerini yönettiği bir dönemde medyanın reyting uğruna heba ettiği insan ruhu bütünüyle unutulmuşa benziyor. Sürekli hastalığın konuşulduğu televizyon haberleri, tartışma oturumları konuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan insanların dahi buradan nemalanacağı bir prim kapısına dönüşmüş durumdadır. Her gün yerine yenileri eklenen tedavi ve aşılarla insanlığa sahte umutlar bahşedilirken diğer bir gün bu umutlar yerle yeksan edilerek her bir bireyin iç dengeleri alt üst edilmektedir. Böyle bir ortamda insanlığın Koronavirüsten hayatta kaldığı varsayılsa bile bu salgın ortamının sebep olduğu psikiyatrik bozukluklar ve buna bağlı intiharlar hangi istatistiki verinin birer sayısı haline gelecektir? Unutulmamalıdır ki kronik hastalığa sahip bireylerin bu salgın süresince sağlık kuruluşlarından istifadesi minimuma inecek ve kronik hastalığa bağlı ölümler de artacaktır. Bir sonraki maddede bahsedilen ve virüsün yayılımını azaltmak üzere alınan önlemlerin de sağlıklı bireylerin sağlık durumları üzerinde önemli etkileri olacaktır.

3-      Bu salgının etkilerini ve yayılma hızını azaltmak adına birçok farklı önlemler alınmıştır.

Bu önlemlerin başında sosyal izolasyon, sokağa çıkma yasakları ve karantina uygulamaları gelmektedir. Bu uygulamalardan her biri virüsün bulaşıcılığını ve hızlı yayılmasını engellemeye yönelik alınmış önlemlerdir. Bu uygulamalar sayesinde toplumun hareketi kısıtlanacak ve virüsün en büyük gücü ve insanoğlunun en büyük zaafı olan sosyalleşmenin önüne geçilecektir. İnsan sosyal bir varlık olması itibariyle kendi benliğini öteki olmadan inşa edemez. Bu durumda kendi varlığını sürdürebilmek ve anlamlandırabilmek adına ötekiyle yani kendisinin dışındaki bir varlıkla iletişim kurmak zorundadır. Bunun en tabi şekli kendi türü içindeki bireylerle kurduğu iletişimdir. Bu sayede kendisinden daha büyük olan bir bütünün yani toplumun parçası olarak varlığını anlamlandırır. İkinci olarak bahsedilmesi gereken diğer bir mevzu ise insanın başkalarıyla paylaşımda bulunma ihtiyacıdır. İnsan, diğer insanlarla kurduğu iletişimi sadece kendini anlamlandırmak veya daha büyük bir yapının parçası olmak için yapmaz. Aynı zamanda kendini duyurmak ister, bir birey olarak kendisinin ne kadar özgün ve farklı olduğunu diğer bireylerle paylaşmak ister. O yüzden denilebilir ki virüs insanoğlunun en büyük açığını kullanıyor ve bu yolla yayılıyor. Eğer insanoğlu bu salgını durdurmak istiyorsa birtakım bedeller ödemek pahasına kendi zaafıyla mücadele etmeli ve kendi isteklerine dur demesini bilmelidir. 
Salgının yayılımını kontrol altına almak adına yapılan uygulamaların bedelleri arasında yalnızlığın getirdiği psikolojik sorunlar yer almaktadır. Herkesin de tahmin edilebileceği üzere sosyal yaşamın hızına ve kalabalıklığına alışmış bireylerin bu zorunlu istirahat dönemini bir inziva olarak geçiremeyeceği muhakkaktır.  Kendi iç dünyasına çekilme alışkanlığı olmayan ve hızlı hayatını bir anlığına dahi olsa durdurmayı bilmeyen bireyler bu karantina ve izolasyon dönemlerinde büyük bir ızdıraba duçar olacaklardır. Bu durumda etkili olan bir diğer etken şehir hayatının sosyal dinamikleridir. Kent hayatında bir apartman dairesine sıkışıp kalmış bir bireyin ruhunun Kaf Dağı’nı aşmasını beklemek biraz gülünç olabilir. İnsanoğlunun yarattığı bu yeni dünya ona mezar bile olamayacak kadar çok dardır. Ama bunca olumsuzluklara rağmen şehir yaşamı iliklerimize kadar işlemiş ve bunun insanın doğal yapısının gereği gibi muamele görmesine neden olmuştur. Ancak her şeye rağmen insanoğlunun bu zor zamanlarda en çok ihtiyaç duyacağı iki şeyin tevekkül ve tefekkür olduğu muhakkaktır.
Bu salgın boyunca ödeyeceğimiz ve bundan sonra da ödemeye devam edeceğimiz bir diğer bedel ise kronik hastalıklardır. Hareketliliğin kısıtlandığı ve insanların şu günlerdeki tek eğlenceleri olan yemeğe kendilerini verdikleri bir dönemin kronik hastalıkların artışına neden olacağı yadsınamaz bir gerçektir. Vücuttaki sürekli stresin yol açacağı kronik inflamasyon vücutlarımızın kırılganlıklarını üst seviyeye çıkaracaktır. Bununla beraber salgın sebebiyle ölenlerden kat kat fazla insan, kalp ve damar hastalıklarına bağlı sebeplerle yaşamını yitirecektir. Buna ek olarak sağlık sistemlerinin Korona hastalarından başkasını hasta olarak görmediği şu zamanlarda kronik hastalığa sahip bireylerin sağlık kuruluşlarından gerekli hizmeti almasının zorlaşması gene kronik hastalık ölümlerinin artışına sebep olacaktır.

4-      Bu salgının, sağlık sistemleri ve uygulamaları konusunda birtakım değişikliklere sebep olacağı konuşulmaktadır.

Bu salgınla beraber halk sağlığı uygulamalarının ne kadar önemli olduğu ortaya çıkmış buradaki uygulama ve yöntemlerde hızlı bir dijitalleşmenin önü açılmıştır. Bilhassa salgının takibinde, filiasyonun uygulanması ve  sosyal izolasyon kurallarına uyumun izlenmesinde büyük kolaylıklar sağlayacak biyolojik çiplerin kullanımı gündeme gelmektedir. Sık sık biyoçip konusuyla  gündeme gelen Elon Musk ve Bill Gates tam bu noktada spekülasyonların göbeğinde yer almaktadır. Bu spekülasyonlara göre Bill Gates insanlara biyoçip takmak istemekte o yüzden de bu virüsü durduracak aşıyı üretmesine rağmen arzını gerçekleştirmemektedir.  Buraya kadar olan kısım her ne kadar dedikodu diyebileceğimiz türden bilgiler olsa da biyoçip mevzusunun birçok açıdan değerlendirilmeden bir oldu bittiye getirilmesi çok büyük riskler taşımaktadır.
Gene, evvela spekülasyon cihetiyle gündeme gelen bir diğer husus da bağışıklık pasaportudur. Buna göre en azından aşı bulunana kadar hastalığı geçirip bağışıklık kazanmış bireylere bir belge verilerek bireyin normal hayatına dönmesi amaçlanmaktadır.  Bu her ne kadar pratik açıdan ve ekonomik faaliyetlerin yeniden canlanması yönünden iyi bir fikir gibi görünse de gene içinde toplumsal ayrışmalara ve etik problemlere neden olabileceğe benzemektedir.
Bir diğer uygulama Türkiye gibi hastane acilleri çok kalabalık olan ve acil olmayanın acil olanın önüne geçtiği durumların engellenmesinde kullanılabilecek olan “dijital triaj” uygulamalarıdır. Triaj hastane acillerinde başvuran hastaların aciliyet durumları göz önünde bulundurularak yapılan bir sınıflandırma sistemidir. Şuan bu salgın durumunda Türkiye’de Sağlık Bakanlığının uygulamaya soktuğu “Evde Hayat var” sitesi ve uygulaması sayesinde yüksek ihtimal hasta olanla hasta olmayanı ayırt eden uygulamaların kullanılması ileriye yönelik olarak bu uygulamaların devam ettirilmesine öncülük edebilir. Bu sayede hastane acillerine başvuran ancak acil hastası olmayan insanların sayısı azaltılabilir.

5-      Salgınla beraber ülkelerin iç siyasi dinamikleri ile dış politikaların büyük oranda değiştiği ve değişmeye devam edeceği bununla birlikte ulusal bütünlüğün ve uluslararası işbirliklerinin yeniden gözden geçirileceği bir dönem ön görülmektedir.

Salgın, bireyler nezdinde iç dünyaya yönelişe sebep olduğu gibi etkilenen bütün ülkeleri de kendi iç dünyalarına çekilmeye zorlamıştır. Tüm yurt dışı uçuşlar durdurulmuş sınırlar kapatılmış ve bütün devletler salgın ile kendi iç dinamikleri ve kendine has yöntemleri ile baş etme yoluna girişmiştir. Kimileri bu süreci çok başarılı yönetirken kimileri de başarısızlığa sürüklenmiş ve iç siyasette bu başarısızlığın bedelini ödemeyi beklemeye koyulmuştur. Uluslararası iş birliği örgütleri; örneğin Dünya Sağlık Örgütü, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği bu süreç boyunca pasif kalarak birçok devletin tepkisini çekmiştir. Bunun bir sonucu olarak bu uluslararası boyuttaki işbirliği kuruluşlarının varlığı sorgulanmaya açılmış ve birtakım değişikliklerin sinyalleri alınmıştır. Benzer bir durum birçok etnik unsurun birlikte yaşadığı ulus devlet bazında benzer problemleri ortaya çıkarmıştır. İtalya gibi kuzeyi ile güneyi arasında ciddi sosyoekonomik eşitsizliklerin olduğu ülkeler bu durumun en önemli örnekliğini teşkil etmektedir. Gene  Amerika Birleşik Devletleri’nde ölümlerin çoğunun sosyoekonomik olarak alt gelir düzeyini oluşturan afro-amerikan kökenli bireyler arasında gözlendiği ortadadır. Bu örneklerde olduğu gibi sağlık hizmetlerine ulaşımda ulusal düzeydeki eşitsizlikler ulusların içerisindeki toplumsal-etnik ayrıştırmaları artıracak ve toplumun katmanları arasındaki çatışmalara zemin hazırlayacaktır.
Bu söylenenlere ek olarak ülkelerin tıbbi malzeme korsancılığına başlamış olması da traji komik bir durumdur. Tıbbi malzeme üretiminin ve bir ülkenin sağlık hizmetlerinin ihtiyaç duyduğu ürünleri üretme de kendi kendine yetmesinin aynı silah sanayisinde olduğu gibi ne kadar önemli olduğu ortaya çıkmıştır. Ancak ülkelerin birbirinden tıbbi malzeme çalacak kadar ileriye gitmesi ülke içi faşist söylemlerin artacağının çok önemli bir işaretidir. Buradan hareketle önümüzdeki seçimlerde  vaadlerin en büyük kısmını sağlık yatırımlarının tutacağı açıktır. Bu konuda doğru hareket edip bu süreci iyi yöneten hükümetlerin ömrü uzun olacaktır. Diğer türlü yanlış politikalarla sağlık sistemini uçurumun kenarına sürükleyenlerin ise siyasette uzun ömürlü olamayacakları açıktır.
Yukarıda da bahsedildiği üzere “her koyun kendi bacağından asılır” sözünün hakikat bulduğu şu günlerde uluslararası kuruluşlar şuan olduğu gibi pasif kalmaya devam ederse birçok ülkede faşist söylemlerin geniş halk kitleleri tarafından destekleneceği çok ortadadır. Gene bilhassa tüm dünyayı saran bu salgına karşı uluslararası mücadele ön plana taşınmazsa olacak olan gene aynıdır. Önümüzde duran bu koskoca tehlike ancak ülkelerin bu salgın ile beraber mücadelesi ve karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma içinde hareket etmesiyle engellenebilir. Kaldı ki küreselleşmiş ve bir köy haline gelmiş günümüz dünyasında kabuklarına çekilip “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” demek pek akıl karı gözükmemektedir. Nitekim bu salgın Çin’de ilk defa ortaya çıktığında belki sevinenler olmuş ve hatta bu salgının hiçbir zaman kendilerine zarar vermeyeceğini düşünenler de olmuştur.  Eğer yukarıda bahsettiğimiz durumun tam tersi gerçekleşmiş olsaydı yani ülkeler bazında devletler salgınla tek başına başa çıkamamış ve uluslararası örgütler salgın yönetimini devralmış olsaydı gelecekte bambaşka bir dünya düzeni görmemiz kaçınılmaz olurdu. Hatta denilebilir ki bu sefer de ulus devlet yapısı ortadan kalkma riskiyle karşılaşırdı. Yine bu duruma destek sağlayacak bir başka olgu ise salgının daha çok toplumun yaşlı kesimini vurmasıdır. Toplumun yaşlılar tabakası ulus devletlerin hafıza ve ideolojilerinin aktarılmasında büyük bir vasıta işlevi görürler. Bu tabakanın da büyük oranda ortadan kalkması gene ulus devlet yapıları için bir tehlike arz edecektir.
Sonuç olarak bu süreç boyunca ve sonrasında ne ifrata ne de tefrite kapılarak iç siyasetteki faşist söylemler ile dışarıdaki küreselleşmenin bir denge halinde tutulması zaruridir. Yoksa gelecek yıllarda barış ortamını mumla ararız.

6-      Salgının önemli iktisadi sonuçları olacaktır.

Salgının yarattığı kaotik şartların, ekonomi alanında da ciddi değişimler doğuracağı düşünülmektedir. 4.Sanayi Devrimi olarak adlandırılan günümüzün robotikleşen ve dijitalleşen dünyası, ekonomik üretim şekillerini yeniden kurgulayacağa benziyor. İnsan doğasının kırılgan yapısını bir kez daha ortaya seren bu salgın üretim araçlarının yalnız insana bağlı olmasının büyük oranda üretimi baltalayacağını göstermiştir. Yapay zekanın ve insansı robotların üretimde insanın yerini almasının zaruri olduğu ve ancak bu şekilde insanın kırılgan doğası sebebiyle ortaya çıkan kayıpların önüne geçilebileceği ortaya konmuştur. Bu başlı başına büyük bir olaydır ve ortaya çıkaracağı sosyal ve iktisadi değişimler bu yazının kapsamını aşmaktadır.  Bununla beraber devletçi ekonomilerin serbest piyasa ekonomilerine kıyasla salgın koşullarında daha iyi hareket ettiği ve süreci yönettiği gözlemlenmektedir. Bu salgınla beraber gündeme gelen diğer bir mevzu ise bir süredir gözden düşen elektronik paraların bu süreçle beraber hayatımızın bir parçası haline geleceğidir.  Elektronik paranın üretiminde kullanılan blockchain sistemlerinin yeni dünyayı inşa etmede büyük bir öneme sahip olacağı gene iddialar arasındadır.
Son olarak reel üretime dayalı ekonomilerin, finansa dayalı ekonomilerden bu iktisadi koşullarda çok daha önemli olduğu ortaya çıkmıştır. Reel üretim olarak kendine yetebilen ülkelerin salgın  koşullarındaki kapalı iktisadi dönemi en az kayıpla atlatacakları düşünülmektedir. Diğer türlü finansa dayalı iktisadi sistemlerin ise patlamaya hazır bir bomba olduğu gözükmektedir.
Salgın döneminde üretimin büyük oranda azalmış olması önümüzdeki süreç boyunca ekonomik krizler ve kıtlıklarla karşı karşıya kalacak bir dünyayı gözler önüne sermektedir. Fakirin daha da fakirleşeceği, milyonların açlık ile karşı karşıya kalacağı zor zamanlar yeni dünyayı beklemektedir.

7-      Reel dünyadan sanal dünyaya geçişin anahtarı bulunmuştur.

Salgına karşı alınan sosyal izolasyon ve karantina gibi önlemler online iş ve eğitimi zorunlu kılmıştır. Evden dışarıya bir adım atmadan gerçekleştirilen eğitimler ile mekân ve zamansal birlikteliğin devre dışı bırakıldığı online oturumlar sağladıkları avantajlar itibariyle hayatımızda salgın sonrasında da büyük bir yer tutacağa benzemektedir.



SON SÖZ

Yeryüzünün büyük bir imtihandan geçtiği ve nefes alamaz hale geldiğimiz şu zamanlarda ruhlarımıza yeni bir soluk olması ümidiyle kaleme aldığım bu yazımda kurguyla gerçeğin; öğretici metinlerle edebi metinlerin arasındaki sınırı kaldırarak yeni bir öykü-deneme tarzı denemiş bulundum. Belki de birçoklarınızın garipseyerek okuduğu bu yazıma kaynaklık eden temel kuvvet, iç dünyamda tüm benliğimi kuşatan denenmemiş bir yolla tarihe not düşme isteğiydi. Eğer bu yazıyı salt didaktik bir üslupla yazmış olsaydım sadece siz okuyucular değil bendeniz,  bu yazının yazarı olarak sıkılır ve tamamlamaya kuvvet bulamazdım. Ancak inandığım bir şey var ki o da bu zor süreçte bir yandan ciddi bir bilgi gücüne ihtiyacımız varken bununla beraber bilginin yarattığı gerginliği kurgu ile gevşetme yolunun gerekli olmasıdır.
Kurguyu vakanüvis üzerinden gerçekleştirmemin çok mühim olduğuna inandığım bir sebebi vardır. Buna göre vakanüvis anlatımı, tarihselleşmiş olanın yalnız belli bir açıdan ele alınmasını sağlar. Bu da günümüzün kaotik ve çokça spekülasyonların yapıldığı bir dönemde tek taraflı olgusal bakış açısı ile çok yönlü spekülatif bakış açılarını ayırt edip okuyuculara tanıtmak amacımı yansıtmaktadır.
Hayırlı işlerle meşguliyetin ve hobi sahibi olmanın öneminin bir kez daha ortaya çıktığı, boş vakitlerin bol olduğu bu zaman dilimini en güzel şekilde değerlendirmenin ve şu geçiş döneminin getirdiği belirsizlikler içerisinde medeniyetimizin, dünyanın yeni düzeninde söz sahibi olmasının gerekliliğinin farkına varmalıyız. Gayret bizden tevfik Allah’tandır.

Şu, iç dünyalarımıza döndüğümüz mübarek Ramazan ayını tevekkül ve tefekkür ile geçirmemiz dileğiyle….


Cihan GÖKDEMİR
1 RAMAZAN 1441
İSTANBUL


Yorumlar

  1. Keyifle okuduğum hem eğlendiren hem bilgilendiren bir yazı olmuş eline sağlık hocam. Kurgu itibariyle, işimiz gereği severek takip ettiğimiz TRT Çocuk'un "Nasrettin Hoca Zaman Yolcusu" çizgi filmine benzemiş. Dün ile bugünü birleştirme arzusu, insanın içinde gömülü bir tohum gibi. Eline emeğine sağlık hocam. Bir gün bizden çok sonraları birileri tarihi bu yazdıklarımızda ararsa bizim de iki satır kelamımız olmuş olsun :)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

EBU ABDULLAH'IN GÖZ YAŞLARI