İNSANOĞLUNUN KENDİ İÇ MUHASEBESİ
Doğa bilimlerinin büyük
bir sıçrama yaparak gelişmeye başladığı 19. yüzyıldan bu yana, ortaya koyulan
bilimsel ve teknolojik gelişmelerin yeni çığırlar açtığı, her günün geçmiş
yüzyıllar mesabesinde bilim tarihini yeniden şekillendirdiği bir dönemde
yaşıyoruz. Bu sayede yaşamlarımız, hiç olmadığı kadar hızlı bir oluşum ve
dönüşüme tanıklık etmekte kendini her geçen günün yeni koşullarına adapte etme
problemiyle karşı karşıya kalmaktadır. Bununla birlikte, pozitif bilimler,
doğayı anlama çabasının ötesine geçerek, davranışçı ve psikanaliz ekollerinin
toplumsal insan hareketlerinin ve bireysel davranışların anlaşılması, manipüle
edilmesi ve son olarak kontrolü üzerinde yürüttüğü çalışmalarla 20. yüzyıla
damga vurmuştur. Böyle bir dünyada
doğmuş ve büyümüş bir kimse, insanoğlunun sahip olduğu bilgi, birikim ve teknoloji
gücünün her şeyi açıklayabileceği ve tüm sorunlara çözümler üretebileceği
yanılgısına kolayca düşebilir. Bu yazıyı kaleme aldığım dönemde, postmodern
insanoğlunun karşı karşıya kaldığı büyük viral salgın, insanoğlunu yalnızca
maddi zorluk ve sıkıntılarla karşı karşıya bırakmamış aynı zamanda, büyük bir
fikri bunalımın da içine atmıştır. Henüz herhangi bir ilacın veya aşının
geliştirilememiş olması, büyük kitleler tarafından hayretle izlenmekte ve bilime
ve bilimin en önemli alanlarından biri olan tıbba iman etmiş insanlığımızı tam
bir güven bunalımına sokmaktadır. Anthony Giddens, Sosyoloji kitabına giriş
yaparken insanoğlunun 21.yüzyılda hala geleceği ile ilgili kaygı duyduğunu
ancak sahip olduğu imkanlar itibariyle ve geçmiş kuşaklara nispetle kendi
kaderlerimizi denetleyebilme konusunda çok daha iyi bir konumda olduğumuzu
söyler. İşte batı felsefesi merkezli tüm bilimlerin çıkış noktası: İnsanın
kendi kaderini avuçlarının içine alma isteği. Evet, o kadar alışmıştık ki
kaderimizi avuçlarımızın arasında hissetmeye, ne zaman ki kaderimiz, irademizin
avuçlarından kayar gibi oldu avazımız çıktığı kadar bağırdık, feryat figan
kopardık. Hatta daha da ileriye gittik, haddimizi aştık ve her birimiz kendi
benliklerini kutsadı. Karşı koyamadığımız nefislerimizin kulları olduk. Dünyayı
daha iyi bir yer haline getirecek, Allah ‘a daha fazla şükretmemizi sağlayacak
araçlar, insanı tanrısallaştıracak amaçlar haline gelmeye başladı.
Ölümsüzlükten sıkça söz eder olmuştuk, ne de olsa hiçbir başarısızlığa
tahammülümüz yoktu ve bir tek ölüm kalmıştı tıbbın tedavi edemediği. Gerçi hala
emin değildik ölümün tedavi edilmesi gereken bir hastalık olup olmadığına.
İnsanlık 2.0 diyorduk geldiğimiz noktaya; teknoloji destekli süper insanlardan,
yarattığımız insansı robotlardan, uzayda yaşamdan bahsederek kendi
nefislerimizi takdis ediyorduk. Bayağı da alışmıştık yeryüzünde tanrılık
taslamaya; hatta türümüze tanrılıkla müsemma yeni bir isim dahi koymuştuk: Homo
Deus. Yeryüzünde istediğimiz fesadı yapmamız bir etik kurul kararına bakıyor;
sırtımızı yaslıyorduk sözde evrensel ahlaka. Ne de olsa, ne yapıyorsak insanlık
içindi ve bundan gayrısı hiç mühim değildi. Oysaki güç, bizlere nefislerimizi
unutturdu. Egolarımızı takdis ederken, İnsanlık 2.0 ve Homo Deus’tan
bahsederken “Ademoğlu Adem” olduğumuzu unuttuk. İkinci olarak, kent yaşamının
hızı ve yoğunluğu içerisinde, insanoğlu hayatını idame ettirebilmek adına
zamanı durduramamış, geldiği nokta itibariyle tefekkürü ihmal etmiş ve neticede
ruhlarımız cesetlerimizin gerisinde kalmıştır. İlk defa şehre göç edenler,
emekli olduktan sonraki hayatlarını hep sakin bir kır hayatı olarak tahayyül
ederlerken şehir hayatının iliklerine kadar işlediğinin farkında değillerdi.
Şehirde doğup büyümüş sonraki nesiller ise bu hayale dahi sahip değildiler.
Onlar için kır hayatı yoksunluktan ve yoksulluktan ibaretti. Böylece insanoğlu
hızın, sürekli gelişim ve üretimin etken öznesinden edilgen nesnesine dönüştü.
Peki Allah aşkına soruyorum sizlere! Nerede kaybettik ruhlarımızı, hangi
durakta bu kadar uzaklaştık insanoğlunun saf fıtratından, hangi dişlinin
çarkları arasında ezildi benim ruhum? Ve neden karantinada bile durduğum yerde
huzuru bulamıyorum?
İnsanoğlu, Allah’ın onu
yarattığı fıtrat itibariyle, unutmaya meyyal bir mahluktur. Biz tıbbi terminolojide
unutkanlığa amnezi deriz ve bu noktada insanlığın özüne dair olan
unutkanlıklarını da fıtri amneziler olarak adlandırmakta bir beis
görmemekteyim. Bahsetmiş olduğum bu fıtri amneziler insanın kendi doğasından
uzaklaşmasına ve kendine yabancılaşmasına sebep olur. Bu yabancılaşma her zaman
topluma da yabancılaşma manasına gelmez. Çünkü bireyi dönüştüren büyük süreçler
tek tek bireylerin değişiminden ve kendilerine yabancılaşmalarından ibaret
olmayıp büyük toplumsal kitlelerin senkronize bir biçimde dönüşmesiyle de
kendini gösterir. Bu şekilde gerçekleşen bir dönüşüm, bireyin kendisine
yabancılaştığını gösterecek toplumsal bir indikatörden uzak kalmış olur.
Kendine yabancılaşmış
insan, evvela kendisini yaratanı unutmuştur. Zira Allah(c.c.) Haşr Suresi’nin
19. ayeti kerimesinde “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara
kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkmış
kimselerdir.” buyurarak insanın özünden uzaklaşmasının da ona yakınlaşmasının da
Allah ile olan ilişkisine bağlı olduğunu vurgulamıştır. Kendine yabancılaşmış
ve fıtratına uzak düşmüş insan, Yaratan’a yabancılaştığı gibi hem insanlığa hem
de doğaya karşı yabancılaşır. Bu yabancılaşmaların ve özden kopuşların her biri
ayrı davranışlarda kendini açığa vurur. Ancak bahsettiğimiz bu davranışlar
temelde 4 ayrı erdemin kaybedilmesi ile ortaya çıkar. Bu erdem türlerine
geçmeden önce bu değerlerin kaynağından bahsedelim.
İnsan, Allahutaala’nın ona yaratılışında bahşettiği birtakım değerlerle mücehhez olarak
doğar.
Birtakım filozof ve sosyologların savunduklarının aksine fıtratımızı var eden
bu değerler insanda doğuştan verilidir. Ancak verili bu değerlerin ne ölçüde
uygulamaya dökülüp dökülemeyeceği ise kişinin karşılıklı bir etkileşim içinde
bulunduğu çevresi ve bunun, kişinin iç dünyasındaki akislerinin durumu ile
belirlenir. Birey, kendisine verili bu değerlerle davranışları arasında bir
çelişki yaşadığında iç dünyasında bir çatışma meydana gelir. Bu çatışma
sonucunda ya doğuştan verili olan değerler aşınmaya uğrar ya da kişi
davranışlarını değiştirerek verili olana tabi olmayı seçer. Böylece kişi iç
çatışmaların doğurduğu gerginlikten kurtulur. İşte tam bu noktada kişinin
yaşadığı iç çatışmaların sonucunda ortaya çıkan “değer erozyonları” bireyin
fıtratına yabancılaştığının en büyük göstergesidir. Yukarıda da bahsettiğimiz
üzere, bu değer erozyonları kişinin davranışlarında hayat bulur ve ortaya
çıkar.
Günümüz insanlığında en
çok erozyona uğrayan değerler sevme ve merhamet duygusudur. Kalpleri kaskatı
kesilen insanoğlu yaratılmışla olan ilişkisini “Yaratılanı severim Yaratan’dan
ötürü” düsturundan, çıkar-fayda eksenine kaydırdığında bırakınız insanın doğaya
olan merhametini kardeşin kardeşe acıması bile kalmadı. Oysaki İslam
geleneğimizde, canlı-cansız her varlık bizim için Yaratan’a işaret eden mucizevi
ayetler olması itibariyle çok kıymetlidir ve gene geleneğimizde “Yarın Hakk’ın
divanına varınca, Süleyman’dan hakkın alır karınca” düsturuyla bilinir ki
Allah’ın yarattığı her mahlukun insan üzerinde hakkı vardır. Buradan hareketle
insan-insan ve insan-doğa ilişkilerinde sevgi ve merhamet ekseninden sapmış
olan birey, yeryüzünde fesat çıkarmış ve bu fesadı sebebiyle yuvasız kalma
tehdidiyle karşı karşıya kalmıştır.
Erozyona uğrayan bir
başka değer de adalet duygusudur. Yarın ahiret gününde kulları arasında
adaletle hükmedecek olan Allah bizlere kendisini “Adl” ismiyle tanıtmış ve
kullarına da dünya işlerinde adaleti ayakta tutmalarını emretmiştir. Bu
çerçevede, adalet duygusu kişinin adil bir çevrede yaşama isteği ve adil olana
meyletmesi ile fıtratın önemli bir cüzü olarak ortaya çıkar. Gene,
Rasulullah(sav)’ın bir hadisi şeriflerinde buyurdukları “kul hakkı yiyenlerin
ahirette müflis durumuna düşebilecekleri” tevilindeki beyanları gibi ifade ve
örneklikler, İslam geleneğimizde büyük bir önem arz etmektedir. Ancak içinde
yaşadığımız çıkarlar dünyası da en çok bu değerimize zarar vermiş ve
birçoklarının haram-helal demeden yemelerine sebep olmuştur. Hz. Ömer’in de
söylediği üzere “Adalet mülkün temelidir” ve unutulmamalıdır ki adil olmayan
toplumsal bir düzen; kaos, anarşi ve sınıflar arası çatışmalara karşı
savunmasızdır.
İnsan fıtratında doğuştan
bulunan ve tatmin edilmesi gereken mühim ihtiyaçlardan biri de “emân”dır. Emân,
kişinin bulunduğu çevrede güvende hissetmesidir. Bu da ancak barış ortamı
içerisinde mümkün olabilir. Birbirlerini gördüklerinde selam veren bireyler
aslında bu emânı tasdik eder, karşıdaki bireye bir güvence verir ve ona barış
ve esenlik duasında bulunur. Allahutaala yeryüzündeki bu barışı koruma görevini
de insanoğluna yüklemiş ve yeryüzünde fesat çıkarmaması konusunda onu tembihlemiştir.
Ama insanoğlu, “Hz. Adem’in yaratılışında meleklerin söylediklerini” doğrulamak
adına yarışırcasına fesat için koşturmuş; ekinleri tahrip etmiş, nesilleri
bozmuştur. Emân mevzusunda önemli bir diğer husus, bu yüzyılın insanlarının en
büyük problemi olan tahammülsüzlüktür. En ufak meselelerde yaşanan öfke
patlamaları birçok facia ve katliamlara sebep olarak emân ortamının bozulmasını
da beraberinde getirmiştir. Ancak insanı bu hale getiren bu kadar
tahammülsüzleştiren, gözünü hiçbir şey görmeyecek kadar kör eden ne ola ki?
Modern insan, elde etmek istediği her şeye en kolay ve hızlı şekliyle ulaşmak
istiyor ve ulaşamadığında bunun hesabını sormayı hakkı olarak görüyor. Hırsına
yenik düşen bu zihniyet, sosyal medya çılgınlığı ile en mahremin gözler önünde
yaşandığı ve polyannacılığın süslü pozlarla oynandığı bir dünyada “ben niye
buna sahip değilim” açgözlülüğünün bir sonucudur.
Kaybettiğimiz bir diğer
değer ise ihsanda bulunma, iyilik yapma ve bunun bir motifi olan affedici
olmadır. Günlük hayatta çoğunlukla aklımızdan çıkardığımız bu değerler toplumun
aldığı manevi yaraları iyileştirme gücüne sahiptir. İyilik, bireyler arasında
uzun ve yüce bir köprü kurar ki bu köprü ta arşıâlâya yükselir ve Allahutaala’nın
sevgi ve merhametini celbeder. Bu yüzden Allah birçok ayeti kerimede muhsin
olanları sevdiğini belirtmiş ve dünyada bağışlayıcı olan kullarını ahirette
büyük bir mağfiret ile müjdelemiştir.
Son olarak, insanlığın
zor zamanlardan geçtiği bir dönemde kaleme aldım bu yazımı. Bir salgının Dünya’yı
kasıp kavurduğu, koca koca devletlerin ekonomilerinin, sağlık sistemlerinin
çaresiz kaldığı bir dönemde… Hatta bundan sonrasının bir daha hiçbir şekilde
öncekiyle aynı olamayacağı kritik bir zaman diliminin içerisinde olduğumuz bile
söylenebilir. Sinelerimize çekilmeyi unuttuğumuz bir çağda insanoğlunun
geçirdiği bu zor imtihana, Rahman olan Allah’ın bizlere sığınacağımız,
ruhlarımızı yeniden yakalayacağımız ve aslolalan fıtratlarımıza rücû
edebileceğimiz bir rahmet kapısı nazarıyla bakmamızın en doğru yaklaşımı tesis
edeceği kanaatindeyim. Ne yazık ki alışkın olmadığımız bu sükûneti, büyük bir
durağanlık olarak addediyor ve her şeye biçilen ekonomik değeri zamanlarımıza
da biçmekten geri kalmıyoruz. Oysaki insan, fıtratı gereği sükûneti, huzuru
arar ve manevi olanla mutmain olurdu. Heyhat ki ne kadar uzağız manevi olanın
peşinden gitmekten; bilakis evlerine çekilmeyi, sinelerine dönmek
sananlardanız. Umulur ki kendi nefislerine zulmetmiş biz aciz kullar, Rabb’imiz
olan Allahutaala’nın şu nidasına kulak vererek önce Allah’ın bizleri yarattığı
saf fıtratlarımıza, sonrasında ise mutmain nefisler ile Rabb’imize rücû ederiz:
“Ey huzur içinde olan nefis! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabb’ine
dön, kullarımın arasına ve cennetime gir.”
Cihan
GÖKDEMİR
İstanbul,
Nisan 2020
Diline, eline ve klavyene sağlık hocam.Başarılar.
YanıtlaSil